Hz. Muhammedin Hayatı

Namaz Hz. Muhammedin Hayatı

 

16. NAMAZ

 

Bu son cümleye uygun
olarak. Peygamber artık Karı­sından sonra kendisine en yakın ve sevgili bulduğu
kişile­re Melek ve Vahiy hakkında gördüklerini anlatmaya baş­ladı. Henüz
onlardan hiçbir şey istemiyordu; istediği tek şey sırrını açığa
çıkarmamalarıydı. Fakat bu durum uzun sürmedi. Bir gün Mekke’nin üzerindeki
yükseklikte Ceb-“rail ona geldi ve topuğuyla tepenin yamacındaki cimliğe
vurdu. Oradan hemen bir su fışkırmaya başladı. Daha son­ra namazdan önce
kendisini nasıl temizleyeceğini Peygamber’e öğretmek için onun önünde abdest
aidi. Peygamber de onu taklid etti. Sonra namazı nasıl kılacağını, kıyam, rüku,
sücud ve teşehhüd miktarı oturmanın nasıl yapılacağını öğretti ve bunların
aralarında Allahu Ekber Allah Büyük­tür denilecek zamanları, namaz bittikten
sonra da Es-Se-lamü Aleyküm selam üzerinize olsun (meleklere) deme­si
gerektiğini söyledi Peygamber yine onu taklid etti. Me­lek oradan ayrıldı,
Peygamber de evine döndü. Döndüğünde öğrendiklerinin tümünü Haticeye’de öğretti
ve birlikte namaz kıldılar.

Din artık abdest ve
namaz esasları üzerine kurulmuş­tu. Hatice’den sonra bu esasları İlk
uygulayanlar Ali Zeyd ve Peygamber’in yakın dostu Teym’li Ebu Bekr idi. Ali
daha on yaşındaydı. Zeyd’in henüz Mekke’de hiçbir etkisi yok­tu. Fakat Ebu Bekr
sevilen ve saygı duyulan bir kimsey­di, çünkü bilgili, anlayışlı ve yumuşak
huylu bir adam­dı. Çoğu kimseler şu veya bu konuda danışmak İçin ona gelirlerdi
Şimdi, O, güvenebileceği kimseleri Peygambere uymaları İçin yeni dine davet
etmeye başlamıştı. Uyanla­rın çoğu yeni dine onun aracılığı ile girmişlerdi.
Çafrıya ilk karşılık verenlerden biri Zühre kabilesinden Avf m oğ­lu Abdu’1-Amr
«Peygamber’in annesinin uzaktan akrabası oluyordu-, diğeri ise Beni’l-Haris
kabilesinden el-Cerrah’m oğlu Ebu Ubeyde idi.

Bunlardan ilki olan
Abdu’[1]-Amr
ile birlikte daha Önce hiç olmayan bir olay adet haline geldi. Vahyin en göze
çarpan özelliklerinden biri de, er-Bahman ve er-Rabim İla­hî isimleriydi. Rahim
kelimesi, rahim kelimesinin yoğun şeklidir ve çok merhametli, sınırsız
bağışlayıcı anlamına gelir. Bundan daha yoğun ve kapsamlı bir anlama sahip olan
rahman kelimesinin tam karşılığı bulunmadığı kin çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır.
Vahiy, yeni dinin Allah’­ın yüceliğinde bir sığınak bulma ihtiyacı nedeniyle,
bu iki kelimeye önem vermiştir. Er-Rahim’den (çok merha­metli) daha fazla
merhamet ifade eden Er-Rahman kelime­si, rahmetin kökünü ve Ölümü ifade eder.
Sınırsız lütuf ve ihsan anlamına gelen bu kelime Kur’an’da Allah’a eş tutu­lur.
«Allah diye çağırın, ‘Rahman’ diye çağırın, ne ile ça­ğırırsanız; sonunda en
güzel isimler Onundur.»[2]

Bu isim Peygamber için
çok sevgili bir isimdi ve Abdu’l-Amr (Amr’ın kulu) ismi çok putperestçe,
göründüğü İçin, yeni mü’mine Abd’ur-Rahman; Rahman’m kulu, sonsuz ba­ğışlayıcının
kulu adını verdi. İsmi Abd’ur-Rahman’a çev­rilen sadece Avf’m oğlu değildi,
daha pek çok kimseye bu ad verilmiştir.

İslam’a çağrıya ilk
olumlu tepkileri gösterenler çoğun­lukla ikna yoluyla değil bir takım içsel
motiflerle bu yola gelmişlerdir. Ebu Bekr uzun süreden beri Mekke’de rüya tabirindeki
yeteneğiyle tanınırdı: Bir sabah Şems kabile­sinden güçlü bir adam olan Sa’.d
tbn’u’1-As’m oğlu Halid ona beklenmedik bir ziyarette bulundu. Genç adamın yü­zü
hala. kısa bir sûre önce korkunç bir iç tecrübe geçirmiş olmanın illeriyle
doluydu. Aceleyle, gece önemli olduğunu sandığı, fakat anlayamadığı bir rüya
gördüğünü anlattı. Rüyasında, dibi görünmeyecek kadar derin ve ateşler için-de
bir çukurun hemen kenarında duruyor. Daha sonra ba­bası geliyor ve onu ateşe
itmeye çalışıyor. Kenarda müca­dele ederken, korkusunun doruğa ulaştığı bir
anda iki güçlü el onu, babasının tüm çabalarına rağmen çekip alı­yor. Geriye
dönüp baktığında kurtarıcısının el-Emin, yani Abdullah’ın oğlu Muhammed
olduğunu görüyor ve o şura­da uyanıyor. Rüyasını anlatmayı bitirdikten sonra
Ebu Bekr ona: «Sana iyilikler temenni ederim- dedi. «Seni kur­taran bu adam
Allah’ın elçisidir, o halde ona tabi ol -hem ona tabi olacaksın, hem de onun
sayesinde İslam’a girecek­sin ve İslâm seni ateşten koruyacak.» Halid doğruca
pey­gambere gitti, rüyasını anlattıktan sonra mesajının ne ol­duğunu ve ne
yapması gerektiğini sordu. Peygamber ona ne yapacağını gösteıdi ve Halid ailesinden
gizlice islâm’a girdi[3].

Bu sırada Suriye’den
memleketine dönmekte olan Abd’-uş-Şenuli bir tüccar da, çölde bir gece şöyle
bir sesle uyandu «Ey uyuyanlar, uyanın, çünkü Mekke’ye Ahmed geldi.»[4] Bu
tüccar Ümeyye kabilesinden Affan’ın oğlu Os­man’dı, aynı *amft”rtft annesi
tarafından, Abdu’l-Muttalib’-in inginrmHttn birinin. Peygamberin halası Uramü
Hakim el- Beyza’nın da torunu oluyordu. Her ne kadar «gelmek–ten ne
kastedildiğini bilmese ve çok yüceltilmiş anlamın­daki -Ahmed-in, «yüceltilmiş»
anlamındaki Muhammed’in yerine kullanıldığım farketmese de, bu sözler onun ruhu­na
işledi. Fakat Mekke’ye Varmadan, Teymli bir adamla, Ebu Bekir’in
kuzenlerinden    Talha ile
karşılaştı.    Talha,

Kutsal Evin halkı
arasından Ahmod’in meydana çıkıp çıkmadığını soran bir rahibin bulunduğu
Busra’dan henüz dönüyordu. -Ahmed de kim?» diye sordu Talna. Rahip
«Abdul-Muttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu» cevabını verdi. «Bu ay onun ortaya
çakacağı ay; ve o peygamberlerin so­nuncusudur» dedi. Bu sözleri, kendi
başından geçenleri anlatan Osmana da tekrarladı. Döndüklerinde Talha, Mu-hammed
(s.a.v.)’in en yalan arkadaşı olan Ebu Bekr’e git­melerinin doğru olacağını
söyledi. Bunun üzerine Ebu Bekr’e gittiler ve duyduklarını ona anlattılar: O da
hemen onları, çölde duyduklarını ve rahibin söylediklerini anlat­maları için
Peygamber’e götürdü. Başlarından geçenleri arılattıktan sonra inançlarını dile
getirdiler.

İslam’a giren dördür
cü kişi ise, imana gelme şekli ba­kımından bunlardan pek farklı olmayan
Zühre’nin mütte­fiki (mevlası) Abdullah ibn Mes’ud idi. Bu konuda şöyle diyor:
«O zamanlar henüz olgunluğa erişmiş bir gençtim ve ükbe ibn Ebi Muayt’ın
sürülerini otlatıyordum. Bir gün Pey­gamber ve Ebu Bekr yakınımızdan geçiyordu.
Peygamoer kendilerine verebilecek sütüm olup olmadığını sordu. Ben de sürülerin
benim olmadığını, bana emanet edildikleri için onlara süt veremeyeceğimi
söyledim. Peygamber: «Daha üzerinden bir koç geçmemiş, küçük bir kuzunuz var
mı?» diye sordu. Bir tane olduğunu söyledim ve onu getirdim. Peygamber onu iple
bağladıktan sonra eljerini kuzunun memelerine koydu ve dua etti. Bunun üzerine
kuzunun memeleri sütle doldu, Ebu Bekr tas gibi ortası çukur bir kaya parçası
getirdi, Peygamber kuzuyu sağdı ve hepimiz sütten içtik. Daha sonra memeye:
‘Kürü* dedi, o da kuru­du»[5]
Birkaç gün sonra Abdullah, Peygamber’e gitti ve İs­lâm’a girdi, bir süre sonra
ondan yetmiş sure[6] öğrendi ve kendisine
verilen bir lütufla onları ezberledi. Daha sonra

Kur’an kıraatçilerinin
ileri gelen simalarından biri olmuş­tur.

Vahyin bir süre kesilmesi
Peygamber[7] çok
üzmüştü, fakat kalbi, henüz inzal olmayan bir ayette de belirtildiği gibi,
İlâhi Kelâm’ı almanın yükü altında eziliyordu. «Şa­yet biz bu Kur’an’ı bir
dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş
eğmiş, par­ça parça görmüş olurdun.»[8]. Onu
*beni örtün, beni örtün» demeye zorlayan ürperme yine zaman zaman geliyordu.
Bir gece örtüsüne bürünmüş bir halde yatarken, inzivasını, da­ha sert ve önemli
bir îlâhî Emir, insanları Kıyamet Günü ile uyarmasını isteyen bir’emir böldü:
«Ey bürünüp, örtü­nen kalk (ve) bundan böyle uyarıp-korkut. Rabbini tekbır et
(yücelt). Elbiseni de temizle. Pislikten kaçınıp-uzaklaş .. Çünkü o boruya
(sura) üfürüldügü zaman, işte o gün, ol­dukça zorlu bir gündür; kafirler içinse
hiç kolay değildir-*. Bundan kısa bir süre sonra bir gece yine, kendisinden ve
onu takip edenlerden beklenen namazı ve ona yüklenen büyük sorumluluğu
vurgulayan emirlerle uyandırıldı:

«Ey örtüsüne bürünen,
az bir kısmı hariç olmak üzere, gece-teyîn kalk; (Gecenin} yansı kadar. Ya da
ondan da biraz eksilt. Ve­ya üzerine ilave et. Ve Kur’an’t da belli bir düzen
içinde (tertil üze­re) oku. Gerçek şu ki biz senin üzerne ‘oldukça ağtr’ bir
söz {vahiy) bırakacağız (Müzzemmil: 1-5).

Yine aynı surede şöyle
bir emir vardı: «Rabbinin ismi­ni zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca
O’na yö-nel (Allah) Doğunun ve Batının Rabbidir. Ondan başka ilah yoktur. Şu
halde (yalnızca) O’nu vekil tut.» (Müzzem­mil: 8-9). Peygamber’i teskin ve
teselli etmek için indirilen ve daha yumuşak tonda olan vahiyler de geliyordu.
Bir seferinde, sadece onun görebildiği Melek şöyle dedi: «Hati­ce’ye Rabbin’in
selâmını ilet» Peygamber ts.a.v.) Hati-ceye: «Ey Hatice, işte Cebrail sana
Rabbinden selâm getj-riyor» dedi. Hatice şaşkınlıktan kurtulup konuşacak keli­me
bulabildiğinde şöyle dedi.- «Allah Selâmdır, selâm da p’ndandır, selâm
Cebrail’in üstüne olsun [9].

Yeni dine giren İlk
mü’minler, Peygamber’e yöneltilen emirlerin kendilerini de içerdiğine kanaat
getirdiler. Bu nedenle onlar da Peygamber gibi uzun gece ibadetleri ile meşgul
oluyorlardı. Her zaman kıldıkları namaza gelince, artık sadece abdest almakla
kalmıyor, üstlerini ve namaz kıldıkları yeri temiz tutuyorlardı. Aynı zamanda
Kur’an “in inen tüm bölümlerini, namazda okuyabilmek için hemen ezberliyorlardı.
Vahiy artık daha sık gelmeye başlamıştı. Vahiy geldiğinde Peygamber onu
çevresindekilere aktarı­yor, daha sonra ağızdan ağıza okunup ezberleniyordu.
Dünyevi şeylerin geçiciliği, ölüm, tekrar dirilme ve Hesap gününün kesin oluşu,
Cennet ve Cehennem hakkında gittikçe daha çok âyet iniyordu. Fakat tüm bunların
ötesinde en çok, Allah’ın yücelirine, tek oluşuna, Hak olduğuna, . Hikmet,
Rahmet, Mağfiret, İhsan ve Kudretine dikkat çe­kiliyordu. Bunların yanısıra,
açıkça Yaratıcılarının bir ol­duğuna işaret eden tabiat harikalarına ve
evrendeki den­geye, O’nun âyetleri olarak değiniliyordu. Tabiattaki ahenk
Tevhid’in çokluklar dünyasına aksetmesidir ve Kur’an bu ahenge insanın düşünce
duyularını harekete geçiren bir tema olarak değinir.

Düşman olan inançsızların
bulunmadığı yerlerde mü’­minler birbirlerine,’ Cennet ehlinin selamı yla,
Cebrail’in Peygamberi selamladığı şekilde selâm veriyorlardı: «Selâ-jnûn
aleyküm (selam üzerinize olsun)», karşıdakinin cevabı .işe: «Ve aleykûm selâm
(selâm sizin de üzerinize olsun)» oluyordu. Burada çoğul zamir (küm)
kullanılması, selâm ı verilen kişinin iki yanında duran melekleri de selama da­hil
etmek içindir. Şükür ve kutsama ile ilgili âyetler de onların yaşamımla ve
hayat görüşlerinde önemli rol oynu­yordu. Kur’an şükür üzerinde çok duruyordu
ve şükrünü1 ifade etmenin yolu ise: Hamd Alemlerin Babbi olan Allah’a­dır
demekti. Bağlılık ve itaatin ifadesi ise Rahman ve Ra­him olan Allah’ın adıyla
demek idi. Bu Kur’an’daki her su­renin” ilk âyetiydi. MÜ’minler de Peygamberden
öğrendik­leri gibi her Kur’an okuyuşlarında besmele çekiyorlar[10]di.
Genişleterek okudukları her şeyin başında ve da­ha sonra başlanan herşeyden
önce besmeleyi okumayı adet haline getirdiler. Yeni din, kirli olan hiçbir şeyi
kabul et­miyordu.

 



[1] Bak. soy ağacı.

[2] isra: l10. Bundan sonra rahman ve rahim isimlerini
karşı­larken, Arapçadaki gibi tek isim kullanmak için (esirgeyen ve bağışlayan
kelimelerini kullanacağız. Belirlilik takısı ise (tha el) bu sıfatlara» Mutlak
oluşuna delalet eder.

[3] I. S. IV/l, 68.

[4] I. S. m/l, 37.

[5] I. S. m/l, 107.

[6] Kur’an uzunlukları birbirine eşit olmayan 114 sureden
mey­dana gelir. En uzun sure, 285, en kısa sure ise üç ayetten meydana
gelmiştir.

[7] Haşn 21., Kur’anda, birinci şahıstan     (Biz) 
üçüncü şahsa (Tfcnn, O) geçişler çok kullanılmıştır.

 

[8] Müddettir: 1-10

[9] I. H. 156.

[10] Sadece  bir tek
surenin   (Tevbeî   başında besmele yoktur. Fakat bu sure henüz
o dönemde nazil olmamıştı.

İlgili Makaleler